fence, freedom, prison

Masum İnsanların Açık Cezaevi: Türkiye’de Yargı

Artık sosyal medya hesaplarıma bakmaya korkuyorum. Sizlerin de aynı hisleri paylaştığını biliyorum. Her gün karşımıza çıkan manzara hep aynı: Sabıka kaydı olan suçlular, hiçbir ceza almadan serbest bırakılıyor, sokaklara dönüyor ve aynı suçları işlemeye devam ediyor. Tacize uğrayan kadınlar, gasp edilen gençler, iş başında bıçaklanan çalışanlar… Ve masum çocuklar, henüz gökyüzüne uçurtmalarını salmadan, annelerinin aldıkları balonu yanlışlıkla ellerinden kaçırmadan hayatlarına veda ediyorlar.

Ve şimdi de önümüzde başka bir görüntü var: Türkiye’nin en büyük şehrinin ortasında, genç bir kadın iki kişi tarafından tacize uğrayıp darp ediliyor. Üstelik bu tiplerin sabıka kayıtları var! Şaşırmadık değil mi?

Hepimiz, her gün bu görüntülerle karşılaşarak hissizleşmeye başlıyoruz. Oysa bu kanıksama hali, bana göre çok büyük bir tehlike. Bu ülke de zaten kadınlar için sokakta yürümek bile zorken artık çocuklar yaşama fırsatı bulamıyor, cinayetler sıradanlaşıyor ve suçlular tekrar tekrar serbest bırakılıyor.

Türkiye Bu Duruma Nasıl Geldi?

Peki Türkiye bu hale nasıl geldi? Sosyal düzenin çöküşünü, birey ve toplum güvenliğinin böylesine zedelenmesini nasıl açıklayabiliriz? İşte burada sosyolojik tespitler devreye giriyor. Bu durumu daha derinlemesine inceleyelim.

Bana göre Türkiye’de yaşanan yargı sorunlarının kökeninde, sosyal yapıdaki dengesizlikler, toplumsal değerlerin aşınması ve adalet sisteminin birey odaklı olmaktan uzaklaşması yatıyor. Öncelikle, bireyin değil devletin kutsandığı bir anlayış, toplumsal huzuru ve adaleti yerle bir ediyor. Devlet aklı(!) denilen anlamsız fikrin bireyin refahını ve güvenliğini geri plana atarak, toplumda adaletsizliğin sıradanlaşmasına yol açıyor.

Oysa bir zamanlar suçluların hak ettikleri cezaları bulacağına dair bir inancımız vardı. Bugün ise metropol şehirlerin sokaklarında yürümek bile tehlikeli. Suçluların saldırısına uğramak, adeta kaçınılmaz bir kadere dönüştü.

Bu adaletsizliğe göz yummak, masumların hayatlarının yok olmasına seyirci kalmak demek. Ancak, daha derine inip asıl nedenleri irdelememiz gerekiyor.

Genç Zihinler Bu Durumdan Nasıl Etkileniyor?

Şiddetin ve suçun bu kadar normalleştiği bir toplumda, genç zihinler nasıl etkileniyor? Mafya dizileri, filmler ve popüler kültür, şiddeti bir kahramanlık ya da güç göstergesi olarak sunuyor. Suç işlemek, adeta bir başarı öyküsüymüş gibi yansıtılıyor. Bu yapımlar, çocukların gerçek hayatla bağını zayıflatıyor. Genç beyinler, toplumun öfke, korku ve çaresizlikle mücadele ettiği bu kaosta, suçu bir çözüm veya güçlü olmanın bir yolu olarak görebiliyor. Ülkemizde yaşanan gerçekler, bu tehlikeli algıyı besliyor.

Sonuç? Şiddet sarmalına kapılmış bir toplum. Genç bir kadın sokakta tacize uğruyor, çocuklar parkta silah sesleri duyuyor, insanlar birbirlerine karşı empati kurmayı unutuyor. Toplum şiddet girdabına kapılırken, bu şiddeti besleyen nedenlere göz atmadan sorunu çözmek mümkün değil.

Sorunun temelinde eğitimsizlik olduğunu belirtmek hiçte yanlış olmaz. Fakat eğitimi nsadece okullarda öğretilen derslerden ibaret olmadığını; insanın hayatının her alanını şekillendiren, sosyal ilişkilerden doğa ile olan bağa kadar uzanan bir süreci kapsadığını belirtmeliyiz. Ebeveynlerin çocuklarına küçük yaşlardan itibaren verdikleri eğitim, bu yapbozun en önemli parçası olarak karşımıza çıkıyor.

Ebeveynlerin çocuklarına sundukları pedagojik eğitim, onların hayata nasıl bakacaklarını, toplumsal kuralları nasıl içselleştireceklerini ve çevrelerindeki insanlara ve canlılara nasıl davranacaklarını belirliyor. Bu süreç, sadece sözel değil; çocuğun gözlemleyerek, deneyimleyerek öğrendiği bir süreçtir.

Bir çocuğa insanlarla nasıl konuşulacağını öğretmek, öfkesini nasıl kontrol edeceğini göstermek, bir köpeği ya da kediyi sevmesini sağlamak gibi basit görünen eylemler, aslında gelecekte o bireyin topluma nasıl katkı sunacağını, şiddete ve sorunlara nasıl yaklaşacağını belirleyen temel taşlardır. Bir çiçeği büyütmesini öğretmek bile, doğaya ve çevresine karşı sorumluluk bilinci geliştirmenin küçük ama etkili bir yolu olabilir. Bu tür “görünmeyen” eğitimler, bir çocuğun insanlara, hayvanlara ve doğaya karşı duyarlılık geliştirmesine, empati kurmasına ve sorumluluk sahibi bir birey olmasına katkı sağlar.

Eğitim dediğimiz kavram, sadece akademik başarıya odaklanan bir süreç olmamalı. Çocukların hem evde hem de okulda aldıkları bu eğitimin, toplumsal sorumluluk, empati ve ahlaki değerlerle de harmanlanması gerekir. Çünkü eğitim, bireyin topluma entegre olabilmesini sağlayan, kişisel ve toplumsal gelişimi mümkün kılan bir anahtardır. Eğitimli bireyler, sorunlara çözüm arayan, şiddeti bir yöntem olarak reddeden, sorumluluk sahibi insanlar olarak yetişir.

Ne yazık ki, Türkiye’deki mevcut sorunların çoğu, bu tür çok yönlü eğitimin eksikliğinden kaynaklanıyor. Ebeveynlerin çocuklarına vereceği doğru rehberlik, toplumun her kesimine yayılan sosyal adaletsizliği, şiddeti ve suç oranlarını düşürmede önemli bir etken olabilir. Bireylerin kendilerini geliştirebilmeleri, başkalarına zarar vermeden yaşamayı öğrenmeleri, küçük yaşta kazandırılan bu eğitimlerle mümkündür.

Özetle, bu yapbozun ana parçası eğitimsizliktir; sadece okul sıralarında değil, her an, her yerde edinilen bir yaşam bilgisi eksikliğidir.

Adalet Sistemi ve Sosyal Çöküş

Toplumlar, adalet sistemine olan güvenle ayakta kalır. Suçluların cezasız kaldığı veya yeniden serbest bırakıldığı bir toplumda güven duygusu hızla zayıflar. Emile Durkheim’a göre, suç ve cezanın toplum üzerindeki etkileri, sosyal düzenin devamı için hayati önemdedir. Eğer suçlar cezasız kalırsa, bu yalnızca suçlular için değil, tüm toplum için tehlike yaratır. İnsanlar artık suça tepki göstermez, suç sıradanlaşır. Sonuç olarak, toplumsal kaos doğar.

Bir diğer önemli sosyolojik kavram “anomi”dir. Anomi, toplumsal normların zayıfladığı ve insanların rehbersiz kaldığı bir durumu ifade eder. Türkiye’de giderek artan suç oranları ve suçlulara karşı etkisiz yargı mekanizmaları, toplumu derin bir anomiye sürüklemiştir. Toplum, suçun cezasız kalacağını görerek, kendi güvenliğini sağlamaya çalışır. Bu da toplumsal çözülmeyi hızlandırır.

Devlet ve Toplum Arasındaki Uçurum

Devletin temel görevi, bireylerin güvenliğini sağlamak ve adaleti tesis etmektir. Ancak Türkiye’de uzun yıllardır süregelen devlet merkezli ideolojik yapı, bireylerin haklarını ve özgürlüklerini ihmal etmektedir. Tarih boyunca başarılı devlet modellerinin temelinde “insanı yaşat ki devlet yaşasın” anlayışı yatmaktadır. Ne yazık ki, günümüzde devletin bireyi korumak yerine bürokratik yapısını ve ideolojik meşruiyetini korumaya çalıştığı bir düzen içindeyiz.

Çözüm: Sosyal Adalet ve Bireysel Hakların Yüceltilmesi

Peki bu kaotik durumu düzeltmek için ne yapılmalı? İlk adım, adalet sistemini birey odaklı hale getirmek olmalıdır. Toplumda suçun karşılığının net bir şekilde verilmesi, caydırıcılığın sağlanması ve mağdurların haklarının korunması gerekiyor. Ayrıca, devletin bireylerin hak ve özgürlüklerine dayalı bir düzen kurması, toplumsal güvenin yeniden sağlanması için şarttır. Suçun normalleşmesine izin vermeyen, toplumu koruyan adil bir hukuk düzeni ancak bu şekilde oluşturulabilir.

Sosyolojik açıdan bakıldığında, toplumların ayakta kalabilmesi, ancak güvenlik ve adaletin sağlandığı bir düzende mümkün olur. Durkheim ve Max Weber’in de vurguladığı gibi, sosyal düzenin temeli, adaletin doğru bir şekilde işlemesidir. Eğer devlet, toplumu ve bireyi koruma görevini yerine getirmezse, hem devlet hem de toplum sarsılır.

Sonuç olarak, toplumsal güveni ve adaleti yeniden kazanmak için sesimizi yükseltmeliyiz. Bireysel hakların ve sosyal adaletin önemini unutmamalıyız.

Çünkü kutsal olan devlet değil, adil, güvenli ve insanca bir yaşamdır.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir