Hayata Dar Alanlardan Bakmak: Kadıköy Solcusu Kavramı Nedir?

Uzun zamandır bu sayfaya yazmıyordum. Klavyeye her dokunduğumda bir tembellik çöküyor, gözlerimdeki rahatsızlık yazma hevesimi yarıda bırakıyordu. Şu an başka bir platformda yazılarımı paylaşıyorum; dersler de bir o kadar yoğun, anlayacağınız buraya pek vakit ayıramıyorum. Genellikle siyasi ve tarihi düşüncelerimi sosyal medyada dile getiriyorum artık. Ancak bu kez, alışılmışın aksine bir şey yapıyorum. Akademik bir uğraş ya da kaynaklara dayanmadan yazıyorum. Yalnızca kendi düşüncelerimle, saf ve arı bir şekilde…

Gelelim asıl meseleye, bu yazının kalbinde atan konuya. Sürekli içimi kemiren, tüm bahaneleri bir kenara atıp beni yazmaya zorlayan bir şey var. Sizi de rahatsız ettiğini düşündüğüm bir grup var ortada; sürekli bir şekilde gündemde olan ve ne zaman görsem içimde bir antipatinin büyümesine neden olan bir grup.

“Kim bunlar?” dediğinizi duyar gibiyim. İsimleri başlıkta saklı aslında: sol liberaller, ya da sosyal medyada daha bilinen adlarıyla Kadıköy/Cihangir solcuları.

Gelin benim bu topluluğa olan antipatimin nedenlerini birlikte inceleyelim

Anadolu’da dünyaya gelen ve belki de şans eseri hayata soldan bakmaya başlayan biriyim. Eğitim ve iş hayatım, Türkiye’nin pek çok şehrini tanımama vesile oldu. İnsanları dinlemeyi, izlemeyi ve onların yaşam standartlarını deneyimlemeyi, sosyolojinin kalıplaşmış kavramlarından daha faydalı bulurum. Akademik teorilerle toplumu çözümlemeyi sevmem. Ben, hayatın içinde bir sosyolojiyi tercih ederim.

Bu bağlamdan yola çıkarak okursanız daha yararlı bir yazı olacağına eminim.

Hazırsanız, hayata geniş pencerelerden baktığını sanan ancak kendi yankı odalarına hapsolmuş, yaşadığı toplumsal gerçekliklerden uzak insanların mutlu ütopyalarına, Cihangir ve Kadıköy sokaklarına gidelim.

Türkiye’de kendini solcu olarak tanımlayan bir kişinin, iktisadi bir temele sahip olmadığını düşündüğümde genellikle yanılmam. Türkiye’de solcu olarak tanımlanan gruplar, solun asıl odağı olan ekonomik temelden uzak, sadece kültürel ve hümanistik duygularla halk gerçekliğinden kopuk bir kavramı savunuyorlar. Bu durumu olumsuz bir anlamda söylemiyorum, sadece bir durum tespiti yapıyorum. 

Mutlaka karşılaşmışsınızdır: Sol görüşlü biriyle sağ muhafazakar birinin tartışmasında, ağızlarından ezbere bildikleri bazı kavramlar çıkar. Sosyalizm, komünizm, mülkiyet hakkı, liberalizm, Che Guevara, Adam Smith, John Locke, vatan, millet, Sakarya, Osmanlı gibi kelimeler havada uçuşur. Hayatında iki satır tarih okumamış insanlar, birden Halil İnalcık kesilir. Siyasal bilgisi yandaş tartışma programlarındaki boş argümanlardan ibaret olan insanlar, birden Howard Zinn olup ABD tarihini anlatır. Bu tipik bir taşralı tartışmasıdır. Bildiğini sandığı kavramları bilmediğinden habersiz olduğu için cehaleti onu aydın kılar

Ancak bu grubun bir başka versiyonu daha var: Üniversite mezunu, seküler ve biraz daha bilgili olanlar. Sanat ve edebiyatın derinliklerinden beslenen bu insanlar, Türkiye’ye dair siyasi argümanlar geliştirirler. Teoride bu hiç de fena görünmüyor, değil mi? Fakat iş pratiğe gelince… Hayatın gerçekleri, teoriden çok daha farklıdır.

Bu insanlar, genellikle maddi zorluk yaşamamış, şehirlerin en nezih semtlerinde büyümüş, halkın taleplerinden uzak kalmış elitlerdir. Kendi rahat dünyalarından çıkıp, Anadolu’nun bir köyündeki yaşamı anlamaya çalışırlar. Ama aslında ne halkın ne de işçi sınıfının gerçekleriyle tanışmamışlardır. Bu semtlerde otururken, Sivas’ın bir köyü hakkında çözüm üretebileceğini düşünen, oradaki insanların siyasal anlamda nasıl kazanılacağını söyleyen temiz kalpli çocuklardır 🙂

Sol düşüncenin bu kadar uzun yıllar boyunca Türkiye’de büyük bir seçim başarısı elde edememesi de bu kopukluktan kaynaklanıyor bence. Çünkü hayat sadece kitaplarda öğrenilen bir teori değil; zorlukların, mücadelelerin içinde yoğrulmuş bir pratiğe dayanır.

Kitaplar ve sanatla beslenen bu yaklaşım, Türkiye’nin sosyoekonomik gerçekliklerine zaman zaman uygun olabilir; ancak, sosyokültürel yapısına pek uymamaktadır. İnsanları kazanmak için onları gerçekten tanımak ve istekleri ile ihtiyaçlarına odaklanmak gerekir. Bu da ancak sosyokültürel yapılarını anlamakla mümkündür. Türk siyasi tarihine baktığımızda, Ecevit dışında bir istisna hariç, tütün işçisinden en ücra köşedeki taşra kasabasındaki seçmenlere kadar herkesin sağ muhafazakar partilere oy verdiğini görürüz. Sendikalaşma için mücadele eden, üretim araçlarının köy ağalarının elinde değil, asıl üretimi gerçekleştiren insanların elinde olması gerektiğini savunan, eşit gelir dağılımını destekleyen kişilere karşı nefret beslemiş ve şiddet uygulamışlardır. Hangi halka hangi devrimi yapıyorsunuz arkadaşlar?

Yıllarca yobazlık seviyesini daha da arttıran, kadına şiddetten çocuğa şiddete kadar her türlü zorbalıkta en başta olan, saçma sapan gelenekleri ile kadına bir inek kadar değer bile vermeyen insanlara gerçekten Kadıköy sahilden seslenebilir misiniz?

Beraber düşünelim arkadaşlar… Yaşar Kemal’i hepimiz okuduk değil mi? Eğer Yaşar Kemal bu kadar zorluğu daha küçük yaştan itibaren yaşamamış olsaydı, yaşam mücadelesi verdiği o taşradaki toprakların tozu terine karışmasaydı, İnce Mehmed’i yazabilir miydi? Yazsa bile İnce Mehmed bu kadar etkili bir roman olabilir miydi?

Ya da Zeki Demirkubuz’un sineması. Bireysel hikayeler üzerinden toplumsal gerçekliği derinlemesine işler. Yaşadığı zorluklar, politikleşme süreci ve hapishane yıllarında okuduğu edebi eserler, filmlerinde yalnızlık, suçluluk ve kıskançlık gibi temaları toplumsal sorunlarla harmanlamasına olanak sağlar. Demirkubuz, kadın-erkek ilişkilerini ve bireylerin toplumsal meselelerle olan çatışmalarını özgün bir anlatımla sunarak izleyiciyi düşünmeye teşvik eder. Her filmini hayranlıkla izleyen biri olarak şunu söyleyebilirim ki, sinemada bize bir hikaye olarak yansıtılan bu duygular, gerçek bir yaşanmışlıktan geçmeden insana bu kadar etkileyici aktarılamaz.

Ya da Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmi. Bana göre Türkiye tarihinin gelmiş geçmiş en iyi filmidir. Özellikle izleyenler iyi bilir ki, o muhtar-savcı yemek sahnesi neydi be kardeşim?

Bu sahne, bir Türkiye gerçeğidir. Küçük bir ilçede yolsuzluk yapan muhtar, mezarlıkla ilgili planını savcıya anlatmak ister. Savcı, işi gereği bu insanlarla muhatap olmak zorundadır. Muhtar, statüye göre konuşma şeklini değiştirir; savcıyla başka, komiserle başka, doktorla başka tonda konuşur. Komiser, fırsat buldukça astı olan polisi ezerken, doktor sessizce dinler. İki ayrı sofra vardır: Makam sahipleri bir sofrada, işçi sınıfı diğerinde. Muhtar, doktora balın organik olduğunu söyler, savcı hemen bal ister. Muhtar, işini görmek için her şeye hazırdır. Muhtarın seçtiği kelimeler, vücut dili, mağrur duruşu; komiserin rahat tavrı; polisin sadece yemekle ilgilenmesi ve diğer sofradakilerin kayıtsız alaycılığı bu sahnenin detaylarıdır.

Anadolu insanını bu kadar iyi tanımlayan başka bir film var mıdır? İşte tüm bunlar tanık olma, gerçekliği yaşamakla ilgilidir. Kendi gerçeğimizi bir sinema filminde gördüğümüzde yaşadığımız duygu nirvanasının seviyesini hepimiz biliyoruz.

Tüm bu örneklemelerden anlatmaya çalıştığım, entel barlarda Old Holborn tütünü sararak, hayatı boyunca taşrada yaşamamış, kendi işçisinin ürettiği yerli tütünü bile içemeyen; köylü diyerek savunduğunu düşündüğü insanların sosyal dinamiklerini anlamayan, Türk insanını Cihangir’den ibaret sanan bu insanların, bize ne işçi ne de köylü dersi verebilecek durumda olmadıklarıdır.

Biz ne yaşadığımızı, hangi zorluklardan geçtiğimizi ve kendimizi ne şartlar altında geliştirdiğimizi çok daha iyi biliyoruz. Kimimiz okuyarak, kimimiz çalışarak o taşradan kurtulduk. Bizim kimseden, özellikle de İstanbul elitlerinden alacağımız bir sosyalizm dersi yoktur.

Korunaklı sitelerde yaşayıp argüman üretmiyoruz. Halkın ne istediğini ve aslında ne olduğunu  tecrübe ettiğimiz acı gerçeklerden yola çıkarak biliyoruz. Hepimiz o zorlukları yaşadık. Bu zorlukları sunan insanların kutsanacak kadar iyi olmadığını, sosyal statüde köylü diye nitelendirilen kişilerin ülke yönetimine dair bildiği tek şeyin buğdayın taban fiyatı olduğunu çok iyi biliyoruz. Toplumsal aydınlanma yaşamamış bir halkın ülke yönetiminde söz sahibi olması sizce ne kadar gerçekçi? Bu acı durumu her gün yaşayarak tecrübe ediyoruz.

Yüzyıllardır süregelen mezhep farklılıkları nedeniyle Alevi insanları katledenler kimlerdi? Bu insanlar, sahip oldukları dinin skolastik düşüncelerine sıkı sıkıya bağlı olan yobazlar değil miydi?

Aydınlarımızı diri diri yakan, içeride küçük çocuklar yanarken “yanın …pular” diye bağıranlar kimlerdi? Bu acımasızlık, insanlık dışı vahşeti kimler işledi?

Sırf mezhepleri farklı diye, “bunların yemeği yenmez, suyu içilmez” diyen yobazlar, Toronto’nun kasabasında mı yaşıyordu?

Kız çocuklarını erkek evlatlarından daha aşağı gören, onların bir erkek arkadaşı olmasına bile tahammül edemeyip cinayet işleyenler kimlerdi? Bu toplumsal gerçekler, değişti de benim mi haberim olmadı?

Kime devrim yapıyorsunuz arkadaşlar? Küçücük Berkin, daha 14 yaşında öldüğünde, ağıza alınmayacak hakaretler edenler kimlerdi?

Kendi yetiştirdiği çocukların birey olduğunun farkında olmayan, pedagojik eğitimi büyüklere saygı gösterme gibi kalıplaşmış (büyüklerin yanında bacak bacak üstüne atılmaz, büyüklerin yanında sigara içilmez, bağıra bağıra gülünmez vb.) sığ görüşlerden ibaret sanan insanları nasıl kazanmayı düşünüyorsunuz?

Sanat, edebiyat, sinema vb. alanlar hayata bakış açımızı geliştirmek adına belki de en yararlı uğraşlardır. Fakat sadece bu kavramları kullanarak bir  realite yaratmak başlı başına saçmalıktır. Tekrar tekrar aynı şeyleri söyleyelim: Hayat pratiklerden ibarettir

İşte bu arkadaşların en büyük yanlışı budur. Okuyarak ya da izleyerek edindikleri bilgiler, keskin gerçekler değildir. Bu yüzden bu küçük azınlık grup, her zaman büyük halk kitleleriyle zıtlaşma halindedir. Savundukları ve kutsallaştırdıkları halkı dinlemeyip, kendi gerçekliklerini onlara dayatmaya çalışıyorlar. Nazım Hikmet’in “Kadınlarımız” şiirini sahilde okuyup yücelttikleri sandığı köylü anneye, mecliste “köpek krizi” yaşanırken hakaret edebiliyorlar. 

Üretimde Kolektivizm ve Bireysel Çabanın Ötesine Geçmek

Madem üretimden ve çalışma şartlarından bahsettik, gelin biraz da kollektivizmi tartışalım.

Üretim süreçlerinde kolektif çalışmanın, bireysel düşüncenin ötesine geçerek toplumcu bir yaklaşımla hareket etmenin çoğu zaman daha yüksek verim sağladığını deneyimlerimden biliyorum. Tek başına tüm süreçleri yürütmek isteyen biri olarak, kolektif çalışmanın faydalarını iş hayatımda defalarca kez gördüm. İş yükünün hafiflemesi bir yana, farklı bakış açıları düşünce dünyanızı ve verim alma sürecinizi olumlu yönde etkiliyor.

Ancak üretim dışındaki tüm alanlarda bireysellik ve genelleme yapmamak, bana göre en doğru yöntemdir. Özellikle eğitim konusu, mümkün olduğunca en ufak parçalara ayrılarak ele alınmalıdır. Bu nedenle okullarda karma sınıflarda eğitim alırken, dershanelerde ya da özel okullarda deneme sınavı sonuçlarına göre sınıflara ayrılıp farklı tarzda anlatım şekilleriyle ders işledik.

Küçük kasabalarda ya da köylerde bu tür sorunlar olmasa bile, farklı etnik grupların yaşadığı büyük şehirlerde bu sorunların örneklerini çok daha rahat görüyoruz. Türk eğitim sistemi, belirli bir müfredat üzerinden tüm bölgelerde aynı anda aynı konuların işlenmesini öngörüyor. Bir sınıftaki öğrencilerin aynı konuyu aynı anda anlaması zorken, tüm şehirlerde ve köylerde bu nasıl mümkün olabilir?

Kuşak Kavramı Çıkmazı

Birde burada ufak bir parantez açmak istiyorum. Madem sosyolojiden ve siyasal kazanımdan bahsettik bir de son yıllarda özellikle sosyal medya da sık sık duyduğumuz Kuşak tartışmaları var. Gelin konu ile bağlantılı olan bu tartışmaya bir bakış açısıda biz getirelim. 

Ekranlara kendini kuşak bilimci olaarak adlandıran güzel bir kadın ya da yakışıklı bir adam çıkıyor (Maksimum yaşlar 30 bu arada 🙂 30 yaşına geldiğimde bir konunun uzmanı olmayı çok isterdim:) ) X-Y-Z-W-A-B-C-D gibi alfabetik sırayla sınıflandırmalar yapıyor. Bunun nasıl ortaya çıktığını aslında akademiksel olarak bir ara yazmayı düşünüyorum. Şimdilik biraz üstün körü deyinelim bu konuya.

İzmir’de “Z kuşağı” olarak adlandırılan bir çocuğun hayata dair istekleri ile Diyarbakır’da yaşayan bir çocuğun hayata dair istekleri aynı mıdır? Bu iki genci sadece sosyal medya kullanıyorlar diye tek bir kategoriye sokmak ne kadar doğrudur?

Bir İzmirli genç, modern şehir hayatının sunduğu imkanlar ve yaşam tarzıyla büyürken, Diyarbakır’daki genç bambaşka bir sosyo-kültürel çevrede yetişir. Hayat şartları, beklentileri ve hayalleri arasında büyük farklar varken, onları sadece doğdukları yıl ve teknolojiyi kullanma şekilleri üzerinden tanımlamak oldukça yüzeysel kalır. Hatta aynı şehrin farklı semtlerinde yaşayan çocukların bile istek ihtiyaçları farklıdır. Bostanlı’da yaşayan gencin isteği sevgilisinden ayrıldığı için bira içmek olurken Kadıfekale’de yaşayan aynı yaştaki gencin o günden beklentisi düne göre daha fazla kağıt toplamak olabilir. Alsancak’da oturan bir hayat kadınının Konak belediyesinden beklentisi ile Mimar Sinan’da oturan bir esnafın belediyeden beklentisi aynı olabilir mi? Bu insanlar aynı yaşta diye istekleri aynı olmak zorunda mıdır?

Kuşak sınıflandırması, bireylerin farklı sosyal ve kültürel bağlamlarını göz ardı ederek, onları tek tip bir kalıba sokmaya çalışır. Oysa ki her birey, içinde bulunduğu toplumun, ailenin, eğitimin ve daha birçok etkenin şekillendirdiği benzersiz bir yolculuğa sahiptir. Bu yolculuk, aynı kuşağın içinde yer alsalar bile, İzmir’deki genç ile Diyarbakır’daki genç arasında derin farklılıklar yaratır.

Dolayısıyla, gençleri sadece bir kuşağın parçası olarak görmek yerine, onları kendi bağlamlarında anlamaya çalışmak, hem onları daha iyi tanımamıza hem de onların ihtiyaç ve beklentilerine daha doğru yanıtlar vermemize yardımcı olacaktır. Tek tip sınıflandırmalardan uzaklaşıp, bireyin kendi hikayesini dinlemek ve anlamak, toplum olarak birbirimizi daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.

Bu yazıyı devam ettirmeyi düşünüyorum. Bir sonraki yazımda Anadolu’da yaşayan çocukların çektiği zorlukları yazabilirim. Belki de Güneydoğu’da yaşayan ve ırkçılığa maruz kalan küçük çocukların hikayelerini anlatırım. Belki de yazmam, bilmiyorum.

O halde bir şiir ile ve edeyim sizlere… 

 

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar ağır kanlı adamlardır
Değişen bir dünyaya karşı
Kerpiç duvarlar gibi katı
Çakır dikenleri gibi susuz
Kayıtsızca direnerek yaşarlar.
Aptal, kaba ve kurnazdırlar.
İnanarak ve kolayca yalan söylerler.
Paraları olsa da
Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.
Her şeyi hafife alır ve herkese söverler.
Yağmuru, rüzgarı ve güneşi
Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
Düşünemezler…
Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
Topraklarını büyütmeye çalışırlar.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar karılarını döverler
Seslerinin tonu yumuşak değildir
Dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler.
Gazete okumaz ve haksızlığa
Ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar.
Adım başı pınar olsa da köylerinde
Temiz giyinmez ve her zaman
Bir karış sakalla gezerler.
Çocuklarını iyi yetiştiremezler
Evlerinde kitap, müzik ve resim yoktur.
Bir gün olsun dişlerini fırçalamaz
Ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler.
Birbirlerinin evlerine ancak
Ölümlerde ve düğünlerde giderler.
Şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar
Gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır
Ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.
Binlerce yılın kalın kabuğu altında
Yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.
Aldanmak korkusu içinde
Sürekli birbirlerini aldatırlar.
Bir yere birlikte gitmeleri gerekirse
Karılarından en az on adım önde yürürler
Ve bir erkeklik işareti olarak
Onları herkesin ortasında döverler.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
Kendilerinden olanlarla alay edip
Tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.
Devlet, tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir
Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar.
Yiğittirler askerde subay dövecek kadar
Ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır-
Ezim ezim ezilirler.
Enflasyon denince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler
Cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp
On bir ay gökyüzünden bereket beklerler.
Dindardırlar ahret korkusu içinde
Ama bir kadının topuklarından
Memelerini görecek kadar bıçkındırlar
Harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
Şehre giderler!

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar otobüslerde ayaklarını çıkarırlar
Ayak ve ağız kokusu içinde kurulup koltuklara
Herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden
Kızlarının talihsizliğini
ve hayırsız oğullarını anlatırlar.
Yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde
Bunun, Tanrının bir lutfu olduğuna inanırlar.
Ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta
Gizli bir övünçle, uzak şehirdeki
Zengin bir akrabalarından söz ederler.
Kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar
Ama sokağa çıkar çıkmaz sümküre sümküre
Yollara tükürürler…
Ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
Şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar.
Yarı gecelerde yıldızlara bakarak
Başka dünyaları düşünmek gibi bir tutkuları yoktur.
Gökyüzünü baharda yağmur yağarsa
Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler.
Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa-
Sonuçlarını görmeden inanmazlar.
Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur.
Mülk düşkünüdürler amansız derecede
Bir ülkenin geleceği
Küçücük topraklarının ipoteği altındadır.
Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden
Zamanın derin ırmakları önünde…

KÖYLÜLERİ, SÖYLEYİN NASIL
NASIL KURTARALIM?

 –Şükrü Erbaş

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir